NECATİ TAYYAR TAŞ / BİLECİK İL MÜFTÜSÜ
Bu gece “Mîrac Kandili”. Kadir gecesinden sonra en mübarek gecedir bu gece. Bundan 1387 sene önce, sessiz ve sakin bir gece, bulutsuz bir gökyüzü, ışıl ışıl yıldızlar, dolunayın huzme huzme şualarıyla parlayan sahrânın kumları, yalçın dağların selam duran yamaçları, kıvrım kıvrım yolların uzandığı derin vâdiler, kıpır kıpır sürüngenler, küme küme makiler ve süratini belirtmek için anlamı şimşek olan “Burak” ismindeki bir binitle “Mekke’den Kudüs’e” müteveccihen yola koyulan ezel ve ebet peygamber Hz. Muhammet... Selam ona, salât ona... Misli görülmemiş, işitilmemiş, hiç bin fâniye nasip olmamış bu muazzez yolculuğun adına Kur’an ifadesiyle “İsrâ” denir. “Bir gecede, kendisine âyetlerden bir kısmını gösterelim diye, kulu Muhammed’i Mescidi Haramdan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksâya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir.”
Bu âyette can alıcı bir kelime vardır ki, o da “Kulu” kelimesidir. Demek ki asıl olan “Kul” olmaktır. Peygamberlerde zaten kullardan seçilmiyor mu? Kul olmak, yalnız Allah’a kul olmak, Ondan başkalarına kul olmamak, kul olmanın kadir ve kıymetini bilmek, kulluğun şuuruna ermek, kul olmanın şartlarını yerine getirmek, kulluk erdemine gölge düşürmemek, onu zedelememek, günahlarla, isyanlarla eskitmemek, pörsütmemek, kul olmanın izzetini zillete dönüştürmemek... Ve böylece, melekleşmek, melek ne kelime, meleklerin bile gıpta ettiği “Kul” olmak kul... Kul olan Hz. Muhammet işte bunun için insanlara, cinlere ve meleklere “İmam” oldu. Yoksa yüce Allah, peygamberlerini topraktan yaratılan ve nefis taşıyan insanlardan değil, nurdan var edilen meleklerden seçerdi...
Evet, kâinâtın efendisi Mescidi Aksâ’da kıldığı iki rekat şükür namazından sonra, mâhiyetini bilemediğimiz, bilmeye de gerek olmayan “Asansör” diyebileceğimiz bir “Âlet ve nesne” ile semaların katını, katlardaki “Peygamberleri” bir bir ziyaret ederek, büyük meleklerden Cebrail ile birlikte yedinci kat semaya, oradan da hiç bir kimsenin gidemediği, bakamadığı, yol arkadaşı Cebrail’in dahi “Bir adım daha atarsam yanarım” dediği “Sidretü’l Müntehâ”ya vardı. Burası, yolculuğun son noktası, âşıkın mâşukuna kavuştuğu zaman ve mekan ötesi bir mâverâ...Kudüs’ten buraya kadar olan bu yolculuğa, bu yolculuğun sâhibinin kelâmıyla “Mîrac” denir. Mîrac hâdisesi o günden bu güne kadar nice münkirlerin inkarının katmerleşmesine ve müminlerin îmanlarının pekişmesine vesile olmuştur. Çünkü, “Mîrac oldu mu, olmadı mı, uyku hâlinde mi, uyanıkken mi, ruhla mı, bedenle mi, ruh ve bedenle mi, işin bu kısmını anlatan hadisler sahih mi, zayıf mı, uydurma mı” şeklindeki soruların birilerince ısıtılıp soğutularak gündeme getirilmesi ne ilk ve ne de son bir kısır döngüdür. Bu ve benzeri “Sırlar” aslında ilâhî bir gerçeği de ispat etmektedir ki o da şudur: Asırlar ve asırdakiler kıyamete dek hep İslam’ın peşinden sürüklenmeye devam edeceklerdir. Onun için, inançla alâkalı bazı konuların “Teslimiyetsiz” irdelenmesinin, sorgulanmasının, metafizik her hâdisenin fizik koordinatları çerçevesinde izaha çalışılmasının garâbeti, Mevlâ’nın, peygamberlerine ikram ve ihsan ettiği “Mucize” keyfiyetini idrak edememedeki idraksizliğe müdrik olamama cehâleti ve daha ötesi, mucizeyi inkar eden bahtsızların hezeyanları dünya durdukça hep var olacaktır.
Öyle ise inancımızı gevelemeye ve îmanımızı gevretmeye mahal vermeden kabul etmeliyiz ki, Mîrac, muazzam ve muhteşem bir mucizedir. Hz.Muhammed’e “Uyanıkken, ruh ve cesetle nasip olmuştur.” Kainatın efendisi, Mevlâsıyla müşerref olmuş, “Beş vakit namaz, Bakara suresinin son iki âyetleri ve Allah’a şirk / ortak koşmadan tövbe edenlerin günahlarının affedileceği” müjdeleriyle aynı gece Mekke’ye dönmüştür. Mîrac bundan ibarettir, anlayışımız böyledir, inancımız da budur. Bu gece ruhlarımızın ulvîleşmesine gayret etmeli, bol bol kaza ve nâfile namazı kılmalı, Kur’an okumalı, dostlar ziyaret edilmeli, tebrikleşmeli ve çok çok tövbe, istiğfar, duâ yapmalı, tefekkür ve tezekküre tevessül edilmelidir.
Mîracınız kutlu, kandiliniz mutlu, geleceğiniz umutlu olsun... |